17 Mayıs 2012 Perşembe

Mühür Kimdeyse Süleyman O'dur' Sözü Nereden Gelir ?

JAN29


MÜHÜRCÜLER KURDU SAHAFLARLA ANILIYOR

Bayezid'deki Sahaflar Çarşısı, eskiden Hakkâklar Çarşısı idi Hakkâk, mühür hakkeden, yani kazıyan demektir Umumiyetle pirinçten mühür kazırlardı Kıymetli taşları da onlar işlerdi Benim çocukluğumda Anadolu'da hâlâ mühür kazıyan esnaf vardı Ancak artık yalnızca okuma yazma bilmeyenler mühür kullanır olmuştu Arap alfabesinin yerini de Latin alfabesi almış; bu sebeple mühürlerin bir sanat değeri kalmamıştı Arap memleketlerinde, Hindistan'da Müslümanlar arasında mühür kullanmak âdeti devam etmektedir

MÜHÜR KİMDEYSE SÜLEYMAN ODUR!

Meşhur bir menkıbedir: Hazret-i Süleyman'ın mührünü bir kötü cin ele geçirip, tahtına oturmuş Kimse Hazret-i Süleyman'ı tanımamış Derken cin mührü denize düşürmüş Bir balık yutmuş Hikmet-i ilahî, balığı Hazret-i Süleyman tutmuş Mührü bulmuş Tahtına geri dönmüş "Mühür kimdeyse, Süleyman odur!" tabiri de bu menkıbeden kalmadır

Geçenlerde bir müzayedede son padişah Sultan Vahideddin'in mührü ortaya çıktı Padişah mührünün, böyle şahıs elinde bulunması belki şaşırtıcı gelebilir Saltanatın kaldırılması üzerine, Osmanlı Devleti'nin son sadrâzamı Tevfik Paşa, geri verecek makam kalmadığı için mührü saklamış; böylece ailesine intikal etmişti
Çok kimse bir padişahın mührünün şahıslar elinde gezmek yerine, devlet hazinesinde bulunması ve müzede teşhir edilmesinin daha uygun olacağına dikkat çekti Nitekim önceki padişahlardan bazılarının mühürleri elimizdedir
Tarihte mühür kullanmayan hükümdar yok gibidir Hele Hazret-i Süleyman'ın, beş köşesinde beş büyük peygamberin ve ortasında kendi ismi yazılı olan beş köşeli yıldız şeklindeki meşhur mührü, bugün İsrail bayrağını teşkil eder Avrupa hükümdarlarının mühürleri resimli ve nakışlı idi

VESİKA OKUNMAZDI

Mühr, süs boncuğu demek olan mühre kelimesinden alınmıştır Çünkü umumiyetle akik, yeşim, necef gibi kıymetli taşlardan yapılırdı Küçük bir sahaya üç beş kelime ustaca sığdırılması; bir de zarif kulp takılması, gerçekten büyük bir maharetti
Vaktiyle mühür basılmamış vesika, itibar görmezdi Hazret-i Peygamber'in mührü yüzüğü üzerinde akik taşından idi İlk halifelerin de kullandığı bu mühür, Hazret-i Osman zamanında kayboldu Bu, siyasî karışıklıklara başlangıç teşkil etti Abbasî halifeleri, vezirlerini mühür tevdi ederek vazifelendirirdi Bu âdet Türk hükümdarlarında da vardı

TUĞRA BAŞKA MÜHÜR BAŞKA

Çok kimse padişahın mührü deyince tuğrayı anlıyor Mamafih padişah mühürleri, bazen tuğra şeklinde hakkedilmiştir Ama padişahın tuğrası başkadır; mührü başkadır Tuğra, padişah cânibinden yazılan resmî yazılar üzerine çekilirdi Bu yazıdaki muamelenin, padişahın tasarrufu olduğunu gösterir Osmanlı Devleti'nde kanunlar, kararlar, tayinler, aziller, arazi tahsisleri ve saire, hep üstüne padişahın tuğrası çekilmiş ferman, hüküm, berat gibi vesikalar ile yürürlüğe girerdi Tuğrayı bizzat padişah değil, nişancı denilen yüksek bir bürokrat çeker

Osmanlılarda tahta çıkan her padişahın ilk işi dört tane mühür hakkettirmek (kazdırmak) idi Bunda kendisinin ve babasının ismi yazılırdı Önceki padişahın mührü alınıp hazineye konurdu Mühürler, ilk zamanlarda yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı Sonradan üç tanesi ince bir zincire bağlı atlas kese içinde cepte ve boyna asılarak taşınır oldu

Zümrütten ve dört köşeli olan birini padişahlar parmaklarına takardı Hazineden aldığı tahsisat ve benzeri şeyleri teslim aldıklarına dair makbuzu bununla mühürlerdi Sultan Vahideddin'in, hazine dairesinden okumak üzere aldığı cildi çok kıymetli taşlarla süslü bir en'am-ı şerif ile şiir divanını memleketi terk etmeden hemen önce iade ettiği; bunun için vermiş olduğu mühürlü makbuzu da geri aldığı bilinmektedir Eldeki en eski mühr-i hümâyun, Sultan II Bayezid'e aittir

MÜHR-İ VEKALET

Ötekinden daha iri, altından ve beyzî (oval) diğer üç mührün biri sadrâzamda dururdu Buna hatem-i vekâlet de denirdi Hatem, mühür manasına kullanılır Vezirleri mühür vererek vazifeye başlatmak, rivayete göre Hazret-i Süleyman'dan gelme bir âdettir O da meşhur veziri Âsaf'a mührünü tevdi etmişti
Sadrâzam bununla padişaha arz ettiği telhisleri (üst yazıları) mühürlerdi Nitekim padişaha arz olunacak her şey önce sadrâzamdan geçerdi Dolayısıyla padişah bütün evraklarda yalnızca kendi mührünü görmüş olurdu Hazine ve defterhane (devlet arşivi) de bu mühürle mühürlenirdi

Mühür vermek sadrazam yapmak olduğu gibi; mührü geri istemek de sadrâzamlıktan azil manasına gelirdi Bu iş için başyaver ve saray nâzırı mesabesindeki kapıcılar kethüdası vazifelendirilirdi XVII asırdan itibaren, padişahlar sadrâzamlığa getirilenleri saraya çağırtarak mührü bizzat vermeye başladılar

Diğer iki mühürden biri sarayın hasodasındaki kıymetli ve mübarek eşyanın mühürlenmesi için hasodabaşında bulunurdu Diğeri de harem-i hümâyunda hünkâr dairesindeki muhtelif eşyanın mühürlenmesi için hazinedar ustada (kâhya kadında) bulunurdu Hasodabaşı, Enderun zâbitlerinin en üst rütbelisi ve saray mareşali mevkiindeydi Buna mukabil hazinedar usta da, harem-i hümayundaki cariyelerin en üst rütbelisi ve âmiri idi

HAMAMDA BİLE YANINDA

Sadrâzamdaki mühür kaybolursa veya azil durumunda önceki sadrâzamdan mührün alınışı gecikirse, hasodabaşındaki mühür geçici olarak alınıp sadrâzama verilirdi Çünkü mühür bulunmadıkça sadrâzam tayini mümkün değildi Mühr-i hümâyundan ayrılmak, sadrâzamlıktan da ayrılmak mânâsına geldiğinden, sadrâzamlar bunu yanlarından ayırmazlardı Hatta, Sultan Aziz devri sadrâzamlarından Âli Paşa'nın hamama bile mühr-i hümâyunla girdiği anlatılır
1861 senesinde sadrâzam Keçecizâde Fuad Paşa kendi adına mühür kazıtmış ve padişaha arz ettiği telhislerde mühr-i hümâyun yerine bunu kullanmaya başlamıştır Bunun üzerine mühr-i hümâyun, artık yalnızca padişahça ecnebî hükümdarlara yazılan mektupları mühürlemekte kullanılmıştır

HERKESİN VARDI

Sadece padişahın değil, halktan hemen herkesin böyle resmî vesikalara basmak üzere mührü vardı Bu mühürler el işiydi Üzerlerinde aynı şeyler yazılı bulunsa bile, birbirinden az-çok farklı olacağı için, imza yerine geçer; sahteciliğe mahal vermezdi Mühür kazıtanlar, mühür üzerine sadece isimlerini değil; bazı veciz sözler, hatta beyitler bile yazdırırlardı İleri gelenlerin yazı işlerine bakan memurlara mühürdar denirdi Bilhassa hanımlar mühür kullanmaya çok meraklı idi Mühürleri saklamaya mahsus çok zarif mühür keseleri vardı Her kızın çeyizinde birkaç tane bulunurdu

Türkülere konu oldu

Vesikalara basılanlar bir yana, mühür, atasözlerine, hikâyelere, tabirlere, hatta türkülere konu olmuştur "Mühür gözlüm seni elden sakınırım" diye başlayan içli türkü çok meşhurdur Şu beyit, XVI asır şairlerinden Karamanlı Kâmî'ye aittir:
Güle gûş ettiremez (işittiremez), yok yere bülbül inler,
Varak-ı mühr-ü vefâyı kim okur, kim dinler!


Kaynak: Prof Dr Ekrem Buğra Ekinci

0 yorum:

Yorum Gönder

Share

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More